İşte Öyle Bir Şey

27 Aralık 2015 Pazar

YEŞİL YOL - Ahmet Köksal | Karadeniz Time


Mahçeme nedur?
Mahçeme bizik!
Halk var halk; devlet yok halk!
Kimdur devlet yav; devlet bizum sayemuzda devlettur.
(Rabia ÖZCAN)

İyi oyuncu olmasına karşın öteden beri gıcık olduğum, Holivud’un ‘uslu çocuğu’, bol Oskarlı Tom Henks’in, 1999 yapımı ‘Dı Grîn Mayl’ filminde canlandırdığı, böbrek taşı nedeniyle -kendi sözleriyle- ‘su tesisatında sorun yaşayan’ Pol Ekomb karakterinin ‘Soğuk Dağ’da müdürlüğünü yaptığı E-Blok’ta bulunan, idam mahkûmlarının infaz öncesinde yürüyerek geçmek zorunda kaldığı yeşil renkli zemine sahip koridorda, nam-ı diğer filme de adını veren ‘Yeşil Yol’da, Arlen Bitırbak’ın infazı öncesinde yapılan ‘prova’ sırasında “idam yolunu yürüyorum; yeşil yolda yürüyorum” diyordu ‘figüran’ mahkûm.

Ve idama - ölüme giden o ‘Yeşil Yol’dan, önyargı nedeniyle baştan suçlu kabul edilip etraflıca araştırmaya tâbi tutulmayan bir adlî olay nedeniyle ölüm cezasına mahkûm edilen “kahve gibi ama yazılışı farklı” Con Kofi’nin de ölüme yürüyüşüne tanık oluyorduk filmin sonunda.

Ve tabii, filmin başında Con Kofi’ye eşlik ederken “ölü adam” diye bağırarak kötü adam olduğunu baştan belli eden, valinin eşinin yeğeni olması nedeni ile bu işe alındığını öğrendiğimiz Pörsi Vidmor’un psikopatlıkları, bir başka idam mahkûmu Edvar Delakıroy ile hapishanenin ‘tutuksuz’ faresi Bay Cingıls arasındaki sevgi, Con Kofi’nin Bay Cingıls’a yeniden can vermesi, Con Kofi’nin mahkûm olduğu suçun asıl faili olan Vahşi Bil’in belasını Pörsi’den bulması da, belleklerimizdeki yerini alıyordu.

Aldığı Oskar ödülleri dışında eleştirmenlerden de olumlu övgü almış, ülkemizde de beğeni toplamış bu filmin üzerinden 16 yıl geçtikten sonra bir başka ‘Yeşil Yol’, ülke gündemine girdi bir anda. Aslında konuyu takip edenler, daha öncesinden bu ‘Yeşil Yol’un pek de ‘yeşil’ olmadığını dile getirseler de, DOKAP’ın bu projesine karşı seslerini duyuramamışlardı. Ama kimsenin yapamadığını, yukarıdaki sözlerin de sahibi olan Rizeli Rabia Özcan yaptı ve aslında ‘yeşil’ olmayan ‘Yeşil Yol’, ülke gündemine oturdu; yaygın basın organlarının dikkatini çekmeyi başardı. Bu kez ‘izleyici’ değil, ‘oyuncu’ olmak isteyenlerin,idama, ölüme gitmek istemeyenlerin’ sesi oldu Rabia Özcan.  

‘Dinsel anlam yükleme’, ‘Amerikan Dolarının rengi olma’ ve ‘derin devletin kirli ellerinden birinin kod adı olma’ dışında bir anlam yüklenmeyen, değer atfedilmeyen, bu kez de (gerçek anlamına ihanet ettirilircesine) bir anlamsızlığın, bir çelişkinin rengi yapılmaya çalışılan ‘Yeşil’, asıl anlamını buldu 2015 Temmuz’unda Rabia Özcan ve arkadaşlarının yüreğinde, sesinde, eyleminde; yaylalara el değmesin, sadece yel değsin diye… #YeşilYolaDurDe

ANA FİKİR :
Yeşil Yol filmi Türkiye’de çekilmiş olabilir.

ANA FİKRİN ANA FİKRİ :
Kahrolsun ki  ‘Pörsi’ler, ‘Vahşi Bil’ler, Yaşasın  ‘Bay Cingıls’lar, ‘Con Kofi’ler…

ANNEMİN FİKRİ :

“Artık torun sevmek istiyorum oğlum”

15 Aralık 2015 Salı

ERDAL EREN - Ahmet Köksal | Karadeniz Time

Tam 35 yıl önceydi… 12 Eylül askeri cuntasının, “….kendi kendini kontrol edemeyen demokrasiyi sağlam temeller üzerine oturtmak….”(!) amacıyla  “yönetime el koymak zorunda kalmasının”(!) ve “….vatan ve milletin refah ve mutluluğu uğruna her şeyimizi -bu arada hayatımızı dahi- seve seve feda etmeye hazırız….”(!) demesinin üzerinden henüz doksaniki gün geçmişti ve aralık ayının onüçüncü günüydü.

*  *  *

O zaman ayırdında değildim ama ben ilkokul ikinci sınıfta iken asılmıştı Erdal Eren

Tam zamanını anımsayamamakla birlikte, bu tarihten yaklaşık üç yıl sonra, ben yine ilkokulda iken, artık cumhurbaşkanı olmuş olan cunta liderini karşılamak için, o tarihteki Valilik binasına giden yol üzerine dizmişti milli eğitim sistemi bizi.

Elimizde bayraklar, üzerimizde kara önlükler ile toplanmış ve karşılamıştık soğuk ve yağmur çiseleyen bir havada, Erdal Eren’in asıldığını bilmeden, Erdal Eren’in ölüm cezasını onaylayan kurulun başkanını, Erdal Eren’in memleketi Giresun’da.

*  *  *

20 yıl sonra ve ben artık ilkokulda değilken, bir 12 Eylül daha yaşadı ülkem; 21.787.610 kişi yüzünden. Sonraki yıl ise Gezi’nin çocukları öldürülürken, bu kez ayırdında idim her şeyin.

*  *  *

Tam 35 yıl önceydi. Aralık ayının onüçüncü günüydü. Erdal Eren’i astılar ben ilkokuldayken.

*  *  *

NOT :
Erdal Eren’in ‘17 yaşında ve yaşı büyütülerek’ ölüm cezasına çarptırıldığı bilinir ve söylenir ki, bu doğru değildir.
Bu ‘doğru’ bilinen ‘yanlış’, temyiz dilekçesinde ileri sürülen bir temyiz sebebinden kaynaklanmaktadır. O da şudur: “Her ne kadar nüfus kayıtlarında Erdal Eren’in doğum tarihi 25 Eylül 1961 gözüküyor ise de, gerçek yaşı daha küçüktür; nüfusta büyük yazılmıştır. Bu nedenle kemik testi yapılarak, olay tarihinde 18 yaşından büyük/küçük olup olmadığı tespit edilmelidir.”
Bu temyiz sebebi, nüfus kayıtlarında ihtilaflı bir durum olmadığından bahisle temyiz mahkemesi tarafından reddedilmiştir.
Ancak bu, kararın hukuki değil siyasi bir karar olduğu gerçeğini değiştirmez. Çünkü olayda öldürülen Zekeriya Önge bir askerdir ve bir kurban/rövanş alınmalıdır (ki, kaderin bir cilvesidir, Zekeriya Önge de Erdal Eren’in komşu kasabadan hemşehrisidir).
O nedenle, yargılama alelacele bitirilmiş ve Erdal Eren’in bulunduğu ve ateş ettiği konum ile Zekeriya Önge’nin vücuduna giren kurşunun giriş ve çıkış delikleri arasındaki açı göz önüne alındığında fizik kurallarına aykırı bir kabul ile (ve diğer birçok hukuksuzlukla) Erdal Eren mahkum edilmiştir. Hem de ölüm cezasıyla…
Ve son olarak Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan, Hüseyin İnan’ın, yine başka ölümlerin rövanşı olarak idam edilmesinden bu yana, TBMM tarafından onaylanmayan ölüm cezaları, 12 Eylül darbesi sonrasında ülkeyi iki yıl süreyle yönetecek olan Milli Güvenlik Konseyi tarafından onaylanacaktır.
Son olarak belirtmek gerekir ki, Erdal Eren’in yaşının büyütülmediği gerçeği, saygı öztürk’ün sözcü gazetesi’nde yazdığı gibi, cunta liderinin (bu da dahil) günahlarını aklamak adına yeni keşfedilmiş bir bilgi gibi sunulmamalı kamuoyuna (http://www.sozcu.com.tr/2015/yazarlar/saygi-ozturk/evren-bu-zalimligi-yapti-mi-829479/).


Şu linkten anlaşılacağı üzere, Erdal Eren’in ağabeyi Erkan Eren, daha önce dile getirmiştir bu durumu: https://www.youtube.com/watch?v=qzmd5Nk66ww&feature=youtu.be&t=4m3s


6 Aralık 2015 Pazar

HOLİVUD'DAN VELİEFENDİ'YE - Ahmet Köksal | Karadeniz Time

Coğan Kıraford’un Viyena karakteriyle başrolünde olduğu, toprak ve hayvan sahiplerinin demiryoluna direnişini (diğer filmlerin aksine) kadın karakterlerin iktidar mücadelesinde anlatan, 50’li yıllara göre oldukça ilerici sayılabilecek bir film Coni Gitar.

Filmin baş erkek oyuncusu ise, filme adını veren karakteri canlandıran Störling Heydın. Hani Dı Gadvadır filminde Maykıl Karliğon’un kafede öldürdüğü rüşvetçi ve gıcık polis şefi var ya, işte o.

Sırtındaki çapraz biçimde yerleştirilmiş gitarıyla bir kovboyun, bir patlama ve ardından gerçekleşen araba soygununa denk gelmesiyle başlıyor film. Ve sırtındaki çapraz biçimde yerleştirilmiş gitarından da anlıyoruz ki, filmin esas oğlanı olan, filme adını veren Coni Gitar bu (ya da sonradan öğrendiğimiz ve sadece Viyena’nın bildiği gerçek adıyla silahşor Coni Logın).

Ve ayrıca Viyena ile beş yıldır görüşmeyen eski yâr Coni. Bu beş yıl içinde Viyena da boş durmamış ve “eski yâr şöyle dursun, can kurban yeni yâre” dizeleriyle yıllar sonra İbrâm Dadlıses’in dikkat buyurduğu gibi Coni Gitar’ın filmin başlangıç sahnesinde tanık olduğu soygunu gerçekleştiren Sıkad Bıredi’nin canlandırdığı Dı Densın Kid ile bir ilişki yaşamıştır anladığımız kadarıyla.

Dı Densın Kid’e abayı yakan ve fakat karşılık bulamayan, Viyena’nın sadece aşkta değil iktidar mücadelesinde de rakibi olan diğer kadın ise, filmin kötü karakteri Emma’dır.

Viyena ile Emma’nın düellosu sonrasında, film ile aynı adı taşıyan ve filmin gösteriminden sonra meşhur olan şarkı eşliğinde, eski(memiş) âşıklar Coni ve düelloyu kazanan Viyena’nın öpüşmesi ile son bulur film.

Kid’i merak edenler için ise, düelloda Emma tarafından kolundan vurulan karşılıksız aşkı Viyena’yı merak edip ona doğru koşmasının bedelini, platonik âşık Emma tarafından alnının tam ortasından vurulması ile ödediğini belirtmemiz gerek.

• • •

Bu filmi anımsatmamın nedeni; aynı adla bir İngiliz atı vardı Türkiye’de; daha doğrusu bir ‘n’ harfi eksik. İngiliz safkan… 90’lı yıllarda pek de popülerdi. Büyük yarışlar kazanmıştı Coni Gitar.

Bir de Bold Paylıt vardı. Yine bir İngiliz atı. Gazi Koşusu’ndaki rekoru hâlâ kırılamamış şampiyon at.

İlk Beretta’yı geçerek fark ettirdi kendini… Ve görkemli yarış yaşamına başladı.

Genelde son düzlükte ve dış kulvardan yaptığı atakları ile meşhur olsa da, son ana kadar başa baş götürdüğü ve burun farkıyla kazandığı Uluslararası (o zamanki söyleyişle Enternasyonel) Boğaziçi Koşusu’nda, Alman Galte’yi geride bırakarak, hem bir zafere daha imza atmıştı, hem de ulusal övünç kaynağımız olmuştu 90’lı yıllarda.

Ve tabii unutulmaz şampiyon Yavuzhan. Kazanmayı severdi. Aynada da olsa, kolunu-bacağını, toynağını, burnunu uzatarak da olsa hep kazanırdı Yavuzhan. Arap atları arasında hâlâ bir efsanedir sanırım; uzunca bir zamandır pek takip etmesem de.

• • •



Böyle şampiyon atları anımsayınca bir de gönüllerin şampiyonu Cihan geliyor insanın aklına; ‘cihan lideri’ni sırtından atan. 


29 Kasım 2015 Pazar

İLK YAZI... İLKYAZ... - Ahmet Köksal | Karadeniz Time

Oysa “garadeniz taym ne ya” başlığıyla mizahi bir yazı yazmayı düşünüyordum ilk önce; kendimizi eleştirmeyi öğrenme ve de ‘sansürle imtihanı’ sorgulama adına.

Yine, Türkçe’nin -bugün için çoklukla İngilizce olmak üzere- diğer dillerin saldırısı altında olmasına, öztürkçe tartışmalarına ve diğer ilgili konu başlıklarına girecektim belki de o yazıda. Ve sonra, hâlâ benim için de tartışmalı olan, asıl olan dil midir, yoksa iletişim kurmak mıdır; daha açık ifadeyle dil, yazım ve diğer kuralları ile asıl işlevi olan iletişim kurmanın önüne geçiyor mu, geçebilir mi konusuna…

Ama olmadı; bunların hiçbirisini yazamadım, yazamayacağım.

Daha doğrusu yazmama izin vermedi yaşadığımız bu topraklarda birkaç gündür devam edegelen iklim.

*  *  *

Önce, benim de yirmi yıldır okuru olduğum Cumhuriyet Gazetesi’nin Genel Yayın Yönetmeni Can Dündar ile Ankara Temsilcisi Erdem Gül, gerçek bir demokraside/hukuk devletinde ‘basın özgürlüğü’ kapsamında görülecek bir haber yüzünden tutuklandılar.

Bunun üzerine, ‘basın’ın işlevinden, halkın ‘haber alma özgürlüğü’nden, asıl özgürlüğü kısıtlananın halk olduğundan söz eden bir yazı tasarlamıştım kafamda.

Ve ‘basın’ın, günümüz demokrasilerinde ‘yasama’, ‘yürütme’ ve ‘yargı’nın dışında ‘dördüncü güç’ olarak anıldığını ve kabul edildiğini vurgulayacaktım o yazıda. Tıpkı diğer güçlerin/organların, değişik yöntemler ile (gensoru, meclis araştırması, anayasal ve idari yargı vs.) birbirini denetlemesi gibi basının da bu üç kuvveti halk adına, kamuoyu adına denetleyerek bir dördüncü güç olarak yer aldığını belirtecektim ayrıca.

Ve hatta konuyu bölgeye bağlamak adına, bu süreçte öğrendiğim, Erdem Gül’ün Giresunlu olduğunu ve annesinin tüm ülkede vicdan sahibi insanların yüreğini titreten “Ben çocuklarımı fındık toplayarak büyüttüm.” sözünü ve bu sözün ardındaki idealist babanın öyküsünü anlatacaktım sizlere.

Ama bu da olmadı, olamadı.

*  *  *

Bu yazının kaleme alındığı gün olan 28 Kasım Cumartesi günü, saat henüz öğlen onikiyi göstermemişti ki, Twitter’da önce, Diyarbakır’da saldırı olduğu, yaralıların bulunduğu haberlerini okudum.

Dakikalar sonra sırasıyla; saldırının, Diyarbakır Barosu Başkanı Av. Tahir Elçi’nin basın açıklaması sırasında gerçekleştirildiği, bir kişinin öldüğü, haber olarak geçiyordu sosyal medyada.

Ve yine dakikalar sonra, öldürülen kişinin Tahir Elçi olduğu haberi geçmiş ve ardından haber kesinleşmişti.

Erdem Gül ve Can Dündar olayında tanık olduğumuz üzere hukuk katledilmişti. Ve gördük ki, katledilme sırası hukukçulara gelmişti. Ve bir Avukat, bir Baro Başkanı, neredeyse herkesin gözü önünde öldürülmüştü. Üstelik bir tarihsel miras olan ‘Dört Ayaklı Minare’nin ayaklarına ateş edilmesini ve tahrip edilmesini kınamak adına basın açıklaması yaparken başından vurularak.

*  *  *

İşte ‘ilk yazı’nın öyküsü kısaca bu…

Ve ‘mutlu son’ adına, normal bir toplumun hiç yaşamadığı veya yıllar içinde yaşadığı, bizim ise birkaç gün gibi çok kısa bir süre içerisinde yaşadığımız bütün bu travmaların (ki, dikkat ederseniz Rus uçağının düşürülmesi ve bu bağlamda bizi her geçen gün bataklığa sürükleyen Suriye politikası dahil dış politikaya hiç değinmedim) ve bu travmaların toplumsal/bireysel belleğimizde yarattığı derin izlerin sona ermesi için, Türkçe’nin büyük ozanı Nazım Hikmet’in sözleriyle “güzel, güneşli günler”in ve özlediğimiz ‘ilkyaz’ın bu ülkeye gelmesini dileyerek ve umut ederek bitirelim bu öyküyü.

https://twitter.com/karadeniztime/status/671064356117979136?s=21

İLK YAZI... İLKYAZ... - Ahmet Köksal / Karadeniz Time

KARADENİZ TIME

8 Ocak 2015 Perşembe

JE SUIS CHARLIE HEBDO (Ben Şarli Ebdo'yum)

YEDİ OCAK

20:40


20:44

Mizah, zekâ ürünüdür. Ve ancak zeki insanlar mizah üretebilir. Zeki olmayanlar ise, şiddete başvurur.

20:49

Dogmatik düşünceyi aşan toplumlar, mizahın, dolayısıyla zekânın önündeki engelleri, uzun zaman önce ve büyük bedeller ödeyerek kaldırmışlar ve her anlamda ileri gitmişlerdir.

21:05

Uygarlık tarihi bize şunu göstermiştir; özgürlükler kolay kazanılmadı ki, kolayca yok edilebilsinler.

21:21

2 Temmuz 1993'te Sivas'ta yazar, çizer, şair yakan dogmatik zihniyet, 5 Ocak 2015'te Paris'te yazar, çizer öldürüyor...

22:26

'islamofobi'ye karşı avrupa'da onbinlerce hristiyan yürümüşken, kaç müslüman diğer dinlere/mezheplere dönük baskı için yürümüştür? [bu işler kendilerine dokunmadığı sürece tabii]


SEKİZ OCAK

01:37


11:44

Fanatizm, fanatizmi beslemeye devam ediyor. [Paris'in batısında LeMans'ta bir camiye el bombası atıldığı iddia ediliyor]

12:20

Bugünlerde Turan Dursun'u da anmakta, anımsamakta yarar var. Atatürkçü Düşünce Derneği'nin kuruluşuna da katkı sunan Turan Dursun, 4 Eylül 1990'da, islamcı fanatiklerce katledilmişti.

13:05

Charlie Hebdo'da yapılan katliam, "düşünce ve ifade özgürlüğü"ne, "basın özgürlüğü"ne, dolayısıyla tüm insanlığa, uygarlığa, insanî değerlere yapılan bir saldırıdır.
  • Ama onlar İslâm'a ve islâmî değerlere hakaret etmişlerdi.

"Onlar" dediğin, sadece islâmî fanatizmi, tabuyu değil, aynı zamanda -ve daha da aşırı bir biçimde- hristiyan fanatizmini, yahudi fanatizmini de eleştirmişlerdi. Ve hatta sadece din ekseninde değil, ırkçılık dahil her türlü fanatizmin, tabunun üzerine cesurca gitmişlerdi. Ama ne hikmettir ki, ne hristiyan, ne yahudi, ne de diğer fanatik ve yobazlardan, "onlar"a karşı yapılmış bir saldırı var. En fazla, sözlü protestolar ve Katolik Kilisesi'nin açtığı (ve kaybettiği söylenen) davalar... Bu biraz TUHAF ve SORGULANMASI GEREKEN bir durum değil mi?
  • Ama ama onlar, zaten hak din değil ki. Hepsi kâfir ya da müşrik. Zaten kitapları da bozulmuş. O yüzden onlar için önemli değil böyle şeyler.

Her din ve o dine mensup her kişi için, diğer dinler ve mensupları, ya tamamen ya da kısmen "yanlış". O zaman her din mensubu, bu "yanlışlıkları" "düzeltmek", "kâfirleri" "dize getirmek" için terör aracılığıyla cihat ilan etsin.
  • Ama ama ama ..!#?/!¤¿¡~!!!   

13:47

Yalaka ve yandaş medya, katliamı "islamofobi" eksenine taşıyarak, terörizmi, teröristi ve referanslarını, AKlamayı başaracak neredeyse..!